Sanatçı Müge Denizer ile Söyleşi
"Bir eser ortaya çıkarmak mı!!! Öyleyse atölyem ve ben diye söze başlamak isterim. Atölyem ve ben! çünkü, atölyeme girdiğimde her şeyi atölyemin dışında bırakırım ya da orada ne bir kaygı, korku ne bir hırs, istek ne de bir şekillenme vardır."

Müge Denizer kimdir? Biraz kendinizden bahseder misiniz?
.13 Haziran 1965 yılında İstanbul’da doğdum ve İstanbul Çamlıca’da kendimize ait bir arazi içinde, iki katlı ahşap bir evde, kalabalık bir aile ortamında da çocukluğum geçti diyebilirim.
İlkokul, Çamlıca, ortaokul, Moran Koleji - Kadıköy kız lisesi (ortaokul bölümünden) lise, Mithat Paşa Anadolu Teknik Ve Meslek Lisesi ‘resim’ ve ‘serigrafi’ bölümü mezunuyum.
Evet, ben, çocukluğumdan beri huzursuz bir ruh hali içinde büyüdüm diyebilirim ya da bendeki bu huzursuzluk halleri bir neden veya bir köken miydi diye, hep kendimi sorgulamışımdır!!!
Yani, çocukluğumdan beri, huzursuz ruhum ne ilginçtir ki beni hep mutlu etmiştir ya da kendisiyle sürekli çelişen ısrarlı merakım bir huzursuzluğun da nedeni olsa gerek. Büyürken etrafımdaki nesneler algısında olduğu gibi, zihin fenomenini de büyük bir gayretle doldurmağa isteği belki de, huzursuz hallerimin en anlamlı belirtisiydi.
İnsanlar neden koltukta ya da yerde oturur, karşımda duran şu masa neden var gibi, çocukluğumdan beri, gördüğünle yetinmeyen, hep, bir neden ve sebep arayan bir huzursuzlukla büyüdüm. Dolayısıyla, bu ruh hali, çocukluğumdan büyümeye doğru, yaşantımın en anlamlı anlarını oluşturdu diyebilirim.

Yakında çıkacak olan ilk kitabınıza da dahil etmiş olduğunuz mekân psikolojisine dair, düşüncelerinizden biraz bahseder misiniz?
Yaşamda her bir mekânı sihirli bir değnek olarak algılıyorum ve tanımlıyorum da diyebilirim ya da açık, kapalı her ortamın farklı
bir aurası, farklı bir enerjisi olduğunu anlamak sanki, bir sihir gibi dünyanın mekâniğini şekillendiriyor! yani, bağımlı fenomen( toplum ve iletişim bakımından) aslında, görünür olmayan bir dürtü gibi, sürekli etrafımızda dolaşıyor.
Dolayısıyla, biz olmanın bilinci hatta yaşamın gerçekliği hisiyatların farklılığından doğuyorsa eğer, mekânlar da bir çok hissiyatın farklılığından oluşuyor olmalı ya da ön yargıların ve çelişkilerin ne kadar farkındayız? Evet, toplum olarak, ilişkilerimizde yaşadığımız sorunlar( şiddet oluşlar da dahil) içinde bulunduğumuz farklı mekânlarda meşgul olduğumuz şeylerin(her insanın meşgul olduğu mesleği ve işine dair, oluşturmuş olduğu psikoloji (ruh hali bakımından) koskoca bir ön yargıya da zemin oluşturduğuna inanmaktayım.
Dolayısıyla, bu durumda, bir empatinin de varlığı, yokluğu ne şekilde oluştuğu da apaçık bir gerçekliğin nedeni olsa gerek. Şahsen ben, ön yargılara dair, yanlış anlaşılmalar bakımından çok hassasımdır ve bu durum da hayatımda çok önem verdiğim bir kriterdir. Dolayısıyla, benim için, mekânlar da hayatımın içinde bir ayrıntı, bir fark ve bir ibaredir diyebilirim.
Kitabınızla ilgili biraz bilgi verebilir misiniz ya da kitap yazmanızın özel bir nedeni var mı?
Sosyal medya kullanıcısı olduktan sonra, profilimde yazmaya başladığımda( absürt - yazı ve fark bakımından) naçizane çizer olan yeteneğimin yazar olan haliyle de karşılaşmış oldum. Üstelik yazdığım yazı tekniğinden dolayı güzel övgüler almaya başladığımda ve bu durum haricinde yerel bir gazeteden de yazmam için teklif aldığımda bu şevk ve istekle bir kitap yazma düşüncesi de oluşmuş oldu.
Kitabımın içeriği ise, kompleks bazda (karışık) hem muhayyel ( edebi bakımdan roman türü olarak) hem de didaktik (alıntı bilgiler, analojik kurgular ve teorilerim bakımından) 3 temel konudan oluşan bir bilim-kurgu kitabıdır.

Kitabınızda felsefeyle ilgili olduğunuzu ve lise yıllarından beri, spesifik felsefe öğrendiğinizden bahsediyorsunuz! Dolayısıyla, felsefeye karşı ilginizin kişiliğinizle ilgili bir yönü var mı?
Ben prensipleri olan biriyimdir ve zorunlu kalmadıkça prensiplerimden asla ödün vermem( bu arada sürü felsefesine uyamadığım için de bir takım ön yargılara maruz kaldığım olabiliyor.
Dolayısıyla, duygularım ve mantığım arasında hep bir denge kurmak isterim! tabi, bu durumda bir şekilde, sorgulayıcı yanım da şekillenmiş oluyor ya da aynı felsefenin üstlendiği gibi, ‘’sorgulanmayan hayat yaşanmaya değmez’’ sloganında olduğu gibi, hem huzurlu, meraklı hem de sorgulayıcı hallerimle bir şekilde sürekli bir şeylerin farkında olmam ve yaşantımı böyle şekillendirmem de mutluluğum adına, belki de, prensiplerimden ödün vermediğimin tek nedeni ve kanıtı olsa gerek! yani, felsefe ve ben hayatımda hep olacaktır.
Kitabınızdaki roman bölümünün post - yapısalcı (yazı dili bakımından) oluşmasının sizce özel bir nedeni var mı?
Evet tabi ki var! ben, uzun yıllardır felsefeyle haşır, neşir olduğumdan hemen, hemen her şeye politik ve muhalif olmamaya
başladım! Yani, zamanla bu durum, kendiliğinden bir dürtüye dönüşürken, egolarından ödün vermiş, her şeye tarafsız ve bilimsel bakan bir ruhla, empatiyi de abartır hale geldim diyebilirim.
Dolayısıyla, felsefe olarak en çok ilgimi çeken ya da kendime yakın bulduğum felsefe de(mizacım bakımından) post- yapısalcı felsefe oldu ve belli bir süre post- yapısalcı felsefe araştırmalarımın sonucunda bir soruyla da baş başa kaldım diyebilirim; yani, post- yapısalcılık nedir ne değildir, toplum nezdinde nasıl anlaşılıyor gibi. Çünkü özellikle post- yapısalcı görüşte (de konstrüksiyon bakımından) edebiyatta eleştirel düşüncede bir dönüşüme neden olurken, eleştiri basit bir eleştirel operasyon olarak anlaşılmamalı! yani, eleştiri, kendi kendisini eleştirisidir! eleştirinin eleştirisi değildir.
Post - yapısalcılığa dair (de konstrüksiyon açısından) geleneksel yöntem ve pratiklerinin tahakkümüne meydan okumak hele hiç değildir; pos- yapısalcı görüş, bilgi karşısında yayılmayı/dağılmayı imtiyazlı hale getirir(doğru okumaya karşı yanlış okuma gibi, akademi ve ciddiyete karşı oyun gibi).
Dolayısıyla aynı benim ruhum ve mizacım gibi, post- yapısalcı görüş de, hemen, hemen her dinamiğe karşı muhalif olma,
karşı gelme ya da yok sayma gibi politik bir niyet taşımadığına ve tarafsızlığına dair, bir şekilde bu görüşü(post- yapısalcılık ve
de konstrüksiyon bakımından) toplum nezdinde yeniden gündemleştirmek ve bir farkındalık oluşturmak isterken, kitabımda
da bu durumu, roman bölümünde dil bazında( yazı ve fark bakımından) kurgularken örneklemiş oldum.
Kitabınızda roman bölümü daha çok diyaloglar dahilinde yazı ve fark yöntemi ile ilerliyor! dolayısıyla, roman bölümünün böyle şekillenmesinin de sizce özel bir durumu var mı?
Evet, tabi ki var!!! çünkü, ilk önce, zihnim bakımından, kendimi ifade etmem gerekirse ben, mevcut her şey bakımından(yaşantı, bilgiler, kavramlar açısından) işittiğim ve gördüğüm anlarda anlık, spontane alternatif farklı fikirler oluşturma
gibi, bir yeteneğe sahibim ..Dolayısıyla bu yeteneğim doğrultusunda ‘yazı ve fark’ yöntemini kitabımın roman bölümünde özellikle, diyaloglar açısından sanki, zihnimi keşfeder gibi ele almak da çok keyifli ve eğlenceli oldu diyebilirim))) Ayrıca, yazı ve fark yönteminde anlam sürekli ertelendiği için(konu ilerlemeden anlamın örtük kalması bakımından) roman bölümünü de şifrelendirmiş oldum.
Dolayısıyla şifrelendirmiş olduğum halde ne ilginçtir ki ben bile, belli bir süre sonra kurgularıma yabancılaşıyorum! yani, bu
diyalogda veya şu diyalogda ne demek istemişim gibi, ya da yazı dilinin mucizesi gibi, her metin, her diyalog bir fikir, bir icat mı ortaya koyuyor(bu da ekstrem bir fikir olsun.
Kitabınızdaki roman bölümü neden iki roman anlatıda şekillenmekte?
Özetle bir farklılık oluşturmak yani, roman türünde farklılığa dair, bir fantasma şekillenirken, bir şekilde psikolojik açıdan da
farklı keyif anlarına neden olmak istedim. Çünkü her şeye aynı ve düzgün bakınca kaos da aynılaşmaya başlıyor! Üstelik, kaos ve düzen diye bir düalite varken arada bir bu düzenden de kaçmak lazım ya da
bu bir sanatsa eğer bu şarttır! diye düşünüyorum…
Sizce sanat nedir ve içinde bulunduğumuz sanat sistemine nasıl bakıyorsunuz?
Sanat mı! tek kelimeyle tanımlanamaz ya da Rönesans'tan beri (ad ve imzanın şekillenmesi bakımından) olması gerektiği gibi
(politik, ekonomik bakımdan) bir sanat tanımlanmıştır. Ayrıca, olması gerektiği gibi düşüncesini de yine, bir karşı oluş veya ret olma halinin olmadığının ibaresini de önemle vurgulamak isterim ( sisteme göre böyle olmalı açısından).Fakat, tanımlanamaz ibaresinde( sanat bakımından) şahsen ben, hiçbir zaman sanata bir dualite olarak bakmadım( yetenekli, yeteneksiz, eğitimli, eğitimsiz açısından).
Dolayısıyla ben, sanata fenomenolojik bir ilgi içinde sürekli öykünlenen bir tanımsızlık gibi, görünmeyen her cevherin izi
gibi bakarım! bir keşifler dünyası gibi.. Ayrıca, sanat sanat için mi, sanat toplum için mi, sanat araç mı, amaç mı gibi, adlandırılmaların dışında( bana göre her adlandırma aldatıcıdır açısından) bu kriterlerin de sadece ‘nasıl şekilleneceği’ benim için ayrı bir unsurdur! ya da ayrı bir önem teşkil eder. Peki! sanat nasıl olmalıdır diye bir soruyla karşılaştığımızda ise, geçmişin izlerinde yarınlara doğru, salt estetik pragmist (tekniğe dair yaşantı ve faydacılık bakımından) tanımlanan bir aidiyette her değerin şekillenmesi diyebilirim( tekniğin sunacağı robotik yaşamların zorundalığı bakımından)..

Atölyenizde çalışırken resim süreciniz nasıl gelişmekte ya da bir eser, nasıl ortaya çıkıyor?
Bir eser ortaya çıkarmak mı!!! Öyleyse atölyem ve ben diye
söze başlamak isterim. Atölyem ve ben! çünkü, atölyeme girdiğimde her şeyi atölyemin dışında bırakırım ya da orada ne bir kaygı, korku ne bir hırs, istek ne de bir şekillenme vardır. Sadece ben ve resim dediğimiz ruhun tatlı bir muhasebesidir atölyenin her yerine dağılanlar! yani, resim ve ben arasında bazen kurgularda, bazen
spontane her aracın(boyalar, fırçalar, tuval, müzik, resmin rasyonelliği, metafiziği bakımından) ben ile zamanın ve her şeyde orada olmanın eyleme geçişi gibidir her şeyin ya da bu sadece özgürlüktür! benim gibi herkes için.
Dolayısıyla çalışmalarımda ilk önce sadece resim ile ben arasında bir muhasebe oluşur. Resimlerim sergilendiğinde ise, sadece halk vardır! ve bu sefer resim ile halk arasında bir muhasebe başlar ama, ben, asla orada olmam. (Süjelere dair izlenimler bakımından).